Sessizliğin Haykırışı


Yorum bırakın

DÖRTLÜKLER -6

Bir geldi mi derin ölüm uykusu,
Biter bu dünyanın dedi-kodusu.
Ölenden bir haber bekler insanlar:
Ne söylesin? Bilmez ki ne olduğunu!

Yel eser, umutlar savrulur gider;
Sensiz, bensiz kalır bağlar bahçeler;
Altın gümüş nen varsa harcamaya bak!
Ölür gidersin, düşmanın gelir yer.

Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?

Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alsın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el alem!


Yorum bırakın

DÖRTLÜKLER -6

Bir geldi mi derin ölüm uykusu,
Biter bu dünyanın dedi-kodusu.
Ölenden bir haber bekler insanlar:
Ne söylesin? Bilmez ki ne olduğunu!

Yel eser, umutlar savrulur gider;
Sensiz, bensiz kalır bağlar bahçeler;
Altın gümüş nen varsa harcamaya bak!
Ölür gidersin, düşmanın gelir yer.

Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?

Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alsın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el alem!


1 Yorum

DÖRTLÜKLER -3

Ceyhun nehri kanlı göz yaşımızdır bizim;
Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim;
Cehennem, boşuna dert çektiğimiz günler,
Cennetse gün ettiğimiz günlerdir bizim.

Yaşamanın sırlarını bileydin
Ölümün sırlarını da çözerdin;
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok:
Yarın, akılsız, neyi bileceksin?

İçin temiz olmadıksan sonra
Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade güzel;
Ama Tanrı kanar mı bunlara?

Var mı dünyada günah işlemeyen söyle:
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.

Felek ne cömert ne aşağılık insanlara!
Han hamam, dolap değirmen, hep onlara.
Kendini satmıyan adama akmek yok:
Sen gel de yuh çekme böylesi dünyaya!


Yorum bırakın

Sen yine sevmedin beni

Sen yine sevmedin beni

Oysa  ne de çok sevmiştimben seni

Öl deseydin ölebilirdim

Fakat yine sevmedin beni

Hayat bu ya illa biri sevecek diğeri sevmeyecek

Öyle değil miydi tarihteki büyük aşklarda

Boşuna mı Leyla Uğruna Mecnun’un yollara düşmesi

Oysa ne çok istemiştim farklı olmasını

Bu durumun tarihte kalmasın

Herşeye rağmen sen yine sevmedin beni

Oysa ne çok sevmiştim ben seni.


Yorum bırakın

AK Parti davasının perde arkasında neler yaşandı?

Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can, Balçiçek İlter’e anlattı…

BALÇİÇEK İLTER / balcicek@htgazete.com.tr
Gazete HABERTÜRK

Doç. Dr. Osman CanAK Parti kapatma davasının raportörü olarak gündemimize girdi. Öyle zehir zemberek bir rapor koydu ki ortaya parti kapatılmadı, kapatılamadı. Kimi “Cemaatin adamı” dedi, kimi “AK Parti’den bakanlık sözü aldı” buyurdu. O ise karşılaştığı onca çarpıklığa rağmen hukukun üstünlüğüne inandı ve inanmaya devam ediyor. Bir taraftan sivil anayasa için çalışmalar yapıyor, kitaplar yazıyor, bir taraftan Marmara Üniversitesi’nde ders veriyor, bir taraftan da ihtiyacı olana işadamından siyasetçisine, medya mensubundan sokaktaki vatandaşa “Niye yeni bir Anayasa’ya ihtiyacımız var?” sorusunun cevabını anlatıyor. Yargının bağımsızlığını yine ve yeniden konuştuğumuz, “Acaba kimin vesayetinde, kimin arka bahçesi?” sorularına karşılıklı cevaplar yetiştirdiğimiz bugünlerde onun açıklamaları çok önemli. Osman Can’ın anlattıklarını okuyunca dehşete düşmemek mümkün değil. Bir zihniyetin, milletin iyiliği için darbe hayali kuran hastalıklı bakış açısının, devletin en bağımsız, en güvenilir olması gereken kurumunu, Anayasa Mahkemesi’ni nasıl yönlendirdiğini, bu uğurda resmi belgelerin içeriğinde tahrifat yapmaktan bile çekinmediğini göreceksiniz. Üzerinde daha çok konuşacağız, ama önce söz OSMAN CAN’da…

– Önce şunu merak ediyorum, sizin gibi düşünen birini nasıl oldu da Anayasa Mahkemesi’ne raportör olarak aldılar?

Anayasa Mahkemesine geldiğim dönem Avrupa Birliği, küreselleşme, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi vs. bunların çok hit olduğu dönemler. Böyle olduğu için de Anayasa Mahkemesi‘nde en azından raportörler nezdinde bazı muhaliflerin bulunmasına da ihtiyaç duyuluyordu diye düşünüyorum. Anayasa Mahkemesi’nin Antalya’daki sempozyumuna davetliydim, tebliğ sunacaktım. Mesleğimin daha başındayım. Almanya’dan yeni dönmüş ve Erzincan Hukuk Fakültesinde Yardımcı Doçent olarak başlamışım. Ve burada Türkiye’nin anayasa konusunda konuşacak en yetkin insanları, anayasa hukukçuları, Anayasa Mahkemesi üyeleri var. Benden önceki oturumda özgürlük karşıtı yorumlar alkışlanınca ikilemde kaldım. Ben şimdi kalksam bunlarla çatışsam, kariyerim bitecek. Bir daha da bir yerde bir şey tutturamam. Ama kendi doğrularımı söylemezsem de kendime olan saygımı kaybederim. Uzun uzun düşündüm. Benjamin Franklin’in bir sözüyle başladım konuşmaya; “Güvenlik sağlamak için özgürlüğünden feragat eden her ikisini de kaybeder.” Konuşmada tezlerimi olduğu gibi sundum ve “Bu anayasa değişiklikleri yetersizdir, bu anayasa değişiklikleri ilerleme falan değildir, sadece bir anomaliyi ortadan kaldırdı. Demokratikleşme için bunun ötesine geçmek lazım.” dedim. Anayasa Mahkemesini de yoğun bir şekilde eleştirdim. Anayasanın faşizan içerikli bir başlangıç kısmı vardır. Ona dayanarak karar veriyor. Parti kapatmaları ona dayandırıyor, bütün kritik kararları ona dayandırıyorlar. Bunu da eleştirdim. Bu nasıl Mahkeme diye düşünüp Erzincan’a döndüm, ancak sonra Mahkeme Başkanı aradı ve davet etti. AB süreci var, konjonktür muhalif isimleri istiyordu.

– AKP’ye yakın isimler mi etkili oldu?  
Tam tersine… Benim oraya girmemi sağlayanlar AKP’ye yakın olan insanlar değil. Mustafa Bumin, Tülay Tuğcu gibi birlikte çalışacağım iki çok değerli Başkan ve sair üyeler… O zaman 16 raportör vardı, başladım çalışmaya. Eleştirel olduğumu herkes biliyor. Yalnız bu eleştirellik bilimsel bir eleştirellik oldu. Yargıda partizanlığa hiç hazzetmedim.

– Verilen ilk önemli dava? DEHAP?
Evet. 2003 yılında DEHAP davası geldi. 2002 seçimlerinde örgütlenmeyi yeteri kadar gerçekleştirmediği halde örgütlenmiş gibi yaparak seçimlere girdiği iddiasıyla hakkında kapatma davası açılmıştı. Sonradan bir ek iddianame de geldi, bölücülük nedeniyle. Anayasa hukukçusu olmam, politik davalar ve düşünce özgürlüğü konusunda çalışmışlığım sebebiyle Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin bunu bana havale etti. Daha önce Fazilet Partisi davasına bakan Mehmet Turhan, dosyayı görünce “Bu dava beni emekli eder” demişti. Ben de “Galiba beni emekli edecek olan dava da budur” dedim. Hakikaten de öyle oldu. Çünkü ben 2010’da ayrılana kadar o dava hala sonuçlanmamıştı. Parti kendini feshetmesine rağmen yasa gereği dava devam etti. İlgili madde daha sonra iptal edildi ve dava
düştü.

– DEHAP davasına Anayasa Mahkemesindeki bakış nasıldı?
Daha önceki tutumlar, kararlar belli, kapatılacaktı zaten… Ben 2005’te DEHAP’la ilgili ilk raporumu verdim.Ve bu rapor, parti kapatmalara çok yeni bir perspektif getirdi. Yani parti kapatma davalarında o zamana kadar teknik hukuk incelemesi yapılırdı.

Siyasi partiler kanunu ve Anayasa Mahkemesi‘nin daha önceki içtihatları da bu şekilde… Aşağı yukarı bütün parti kapatma davalarında “kapatılsın” kararı çıkardı. İlk defa Mehmet Turhan “Fazilet Partisi kapatılmasın” diye bir görüş verdi. Ve bu onun emekliliğine neden oldu.

– Peki sizin DEHAP görüşünüz neydi?
“Kapatılmasın”dı. Raporum öyleydi ve bu rapor nedeniyle eleştirilere maruz kaldım. O eleştirileri zaten bekliyordum. Ve o dönemim koşulları içerisinde Anayasa mahkemesinde kim olursa olsun o raporu eleştirirdi. Çünkü egemen düşünce öyleydi.

– Ne gibi eleştiriler?
Örneğin benim Iğdırlı olmam, böyle bir raporun hazırlanmasında etkili olmuş olabilir mi diye düşünüldü. Çok fazla önemsemedim. Çünkü ne yazdığımı gayet iyi bilen bir insanım. Orada bir bilimsel tez ortaya konuluyor bunu çürütmeleri gerekiyor.

– “Kapatılmamalıdır” görüşünü neye dayandırdınız?
Siyasi partilerin toplumsal öğeler olmasından hareketle bir değerlendirme yaptım. Çatışma teorilerine girdim ve çatışma teorilerinde her bir toplumsal yapıda iki farklı refleksin ortaya çıkacağını tespit ettim. Bu tezler üzerine kitap yazdım. Her ikisi de politik refleksti, ama bu politik refleks kendini ifade edebilecek alanlar bulduğu zaman siyasete dönüşür, ifade edemediği zaman da teröre dönüşür. Ve hem terör hem de siyaset, ikisi de o problemin bulunduğu toplumsal tabanın üreteceği reflekstir. Siz siyaseti kapattığınız an şiddetin önünü açarsınız. Türkiye’de terörün ön plana çıkmasının nedeni önemli ölçüde devletin bu konuda uygulayacağı politikalardır.

– O zaman terörle siyaset aynı tabandan beslenmiyor mu?
Evet, aynı toplumsal tabanda terör örgütüne karşı çıkmak suretiyle siyaset yapabilme imkanı var mıdır? Çok güçtür, doğasına aykırıdır. Devlet ve örgüt arasında kalınır. Üstelik ülkemizde devletin demokrasiyi koruma adıyla parti kapatması da problemlidir. Çünkü devlet de demokratik değil hani… Kısaca bu davalara yalnızca teknik hukuk bilgisiyle değil, sosyoloji ve siyaset bilimi bilgisiyle de bakmak gerekiyor. Bu tezi kurdum. Siyasi partiler, yerel yönetimler vs. bütün bunların hepsi aynı zamanda devletin o toplumsal tabanla iletişim kurma kanallarıdır. Bunları ortadan kaldırdığımızda hangi amacı savunduğumuzu düşünüyorsak, asıl o amaca zarar vermiş oluruz. Parti kapatmaların böyle bir tehlikesi vardır. Ardından demokrasi ilkesinden hareket ederek bu siyasi partinin kapatılmasının mümkün olmadığını kendilerine söyledim.

-DEHAP’ı feshedip DTP ile devam etmeselerdi partileri kapatılır mıydı?
Karar daha çabuk alınabilirdi, kapatılırdı. Davanın görüldüğü sırada, DEHAPlılar Anayasa Mahkemesi‘nin önünde bir açıklama yaptılar, “Niye dava bu kadar uzun sürüyor, biz siyaset yapmak istiyoruz. Ya kapatın ya reddedin ama bir an evvel kararınızı verin.” diye. İşte bu, Anayasa Mahkemesi‘nin DEHAP dosyasını ötelemesine neden oldu. Tahminim “Bunlar acele karar için zorluyorsa, biz de tersine acele etmeyelim, kalsın” diye bir eğilim ortaya çıktı ve sürekli ertelendi. Görülmedi o dosya bir türlü.

– Bu da başka bir tür kapatma gibi…
Elbette. Anayasa Mahkemesi Başkanı gündemi belirler. Başkan o eyleme kızdığını hatırlıyorum. Muhtemelen Mahkemedeki huzursuzluk “Bize böyle bir şey dayatamazlar” tutumunu egemen kıldı.

– Sizin raporunuza rağmen o parti kapatılacaktı yani?
O partiyi kapatırlardı. Çünkü şöyle bir şey var; 2005’ten sonra Türkiye bir Anayasal krize doğru gidiyordu. Bunun mahkemede de yansıma bulacağını ve sertleşme yaşanacağını söylemek yanlış olmazdı. Dava sürüncemede kaldı. Mahkeme yedi sene sonra, kendini feshetmiş de olsa davanın devam edeceğini söyleyen kanun maddesini iptal etti ve “bu davanın görülmesi mümkün değildir. Bu
davayı bitiriyoruz.” dedi. Süreç kapanmış oldu.

– Bir vatandaş olarak bilerek, isteyerek, yedi yıl bir davayı açık tutmayı anlayamıyorum. Normal mi bu? Türkiye’nin normali bu, ama demokratik değil elbet. DEHAP davası gibi bir davanın Anayasa Mahkemesi‘ne gelmesi durumunda normal bir ülkede, Anayasa Mahkemesi böyle bir davayı iki hafta içinde karara bağlar ve “Böyle dava mı açılır.” diye tepki gösterip reddeder. Demokratik bir ülkede bir Anayasa Mahkemesi bunu yapar. Ama Türkiye’de siyasi partilerle Anayasa Mahkemesi arasındaki ilişki çok hastalıklı olduğu için ve Anayasa Mahkemesi siyasi partileri demokrasi ölçeğine göre değil de ideoloji ölçeğine göre değerlendirdiği için böyle. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi o partinin lehinde olabilecek şeyleri pek fazla değerlendirmezdi eskiden. İdeolojiye aykırı olması yeterliydi. Böyle olunca reddedilip kapatılması gereken bir dava 7 sene devam ettirilebildi.

– DTP davası geldiğinde?
Mahkemenin yapısını hesaba kattığımız için hepimiz kapatılacağını bekliyorduk. Zaten davanın raportörü de kapatılsın diye görüş bildirdi. DEHAP davasındaki tutumun belli olduğu için DTP dosyasının bana verilmeyeceği açıktı.

– Bir raportör ne kadar etkilidir? Yani raporu sunar işi biter mi?
Raportörler raporlarıyla heyettedirler ve genellikle sadece sorulan sorulara cevap verirler. Ben çok söz alır ve tartışmaya doğrudan katılırdım. Bu yüzden Başkanı birkaç defa kızdırdığım da oldu. Ama bilimsel ve metodolojik müdahaleler olduğu için heyet hep olgunlukla karşılardı. 8 yıllık raportörlüğümde başörtüsü değişikliği dışında tüm görüşlerim kabul edildi ve mahkeme tarihi nitelikte içtihat değişikliğine gitti. Özelleştirmeler konusu bunlardan biri. Yani raportöre göre çok etkili de olunabiliyor. Ancak rapora rağmen
aksi yönde de kararlar alınabiliyor.

– Sonra 367 kararı, Cumhurbaşkanı tartışmaları…
Radikal 2’de bir makale yazmıştım ve konuyla ilgili rengimi belli etmiştim Başkan çok kızdı bana “sana verecektik dosyayı” diye…

– Sizin hakkınızda o dönem ne düşünüyorlardı kurumda?
Kanaat şudur muhtemelen: “Kimsenin adamı değil, nevi şahsına münhasır” veya “Avrupa’da okumuş, Türkiye’nin kendine özgü şartlarını anlamıyor”… 367 ile ilgili tartışmalardan sonra eski güzel günler geçti. Statükonun devamından yana olanlar, yazılı Anayasayı bir kenara itmeye başlayınca, haliyle onlarla aynı merkezde durmam söz konusu olamazdı. Artık aileden değildim. Aileden falan değilse ne olacak? Mümkün olduğunca davaların ona gelmemesi gerekir. Ya da onun ürettiği ne kadar argüman varsa ona karşı argüman üretilmesi lazım… Benim için “o ideolojimize, hakimiyetimize zarar veriyor” kanısı egemen olmaya başladı. Bu şekilde politik bir kamplaşmaya ya da çatışmaya doğru gitti Anayasa Mahkemesi. Ancak kurum içinde nezaket ve saygı işlemeye devam etti.

– Kurumda en ateşli tartışmalar hangi dönemde yaşandı?
AK Parti Kapatma Davası’nda…

– Gelelim o davaya… Anlamadığım nokta şu, madem sizin hakkınızda aileye zarar veriyor diye düşünülüyor nasıl oldu da bu davayı size bıraktılar?  
Başörtüsü ve AK Partiyle ilgili davalarda mahkemede raportör kadrosu itibariyle bir genel devlet ideolojisi ve algısına uygun olan, eski dönemden alınanlar vardır. Bir de daha sonra, zaman içerisinde gelen, siyasal tutum ve yaşam tarzları itibariyle onlardan farklılaşanlar, mütedeyyin, muhafazakar vs vardır. Böyle bir durumda Anayasa Mahkemesi Başkanı, üyelerin de üzerinde tarafsız olacağını düşündükleri bir raportöre davayı vermek durumundaydı. Sanırım dava bu yüzden bana verildi.

Haşim Kılıç ile önceden tanışıyor muydunuz?
Mahkemede tanıştım, başlangıçta çok çatıştık. Örneğin Tübitak’taki kadrolaşma iddiasıyla bağlantılı bir kanun değişikliği vardı. Bu kanun yürürlüğünün durdurulmasını önerdiğimde böyle bir tartışmamız olmuştu. Kadın-erkek eşitliği veya sosyal haklar konusunda da ayrıştığımız durumlar oluyordu. Ancak Haşim Kılıç‘ın orada olması büyük bir şans oldu. Anayasa Mahkemesi için. Bazen görüşlerimiz farklılaşmış olsa dahi bu çok önemli. En özgürlükçü, en liberal sayılabilecek kararların önemli bir kısmının altında Haşim Kılıç‘ın imzası vardır.

– Başörtüsüyle ilgili Anayasa değişikliği dosyasını Kılıç verdi size…
Evet. Burada artık bir kamplaşma vardı ve kamplaşmada dengeyi bulabilmek ve güven yaratabilmek çok zordur. Ve Haşim Kılıç o zaman bana şunu söyledi: “Bu dosyanın altından sen kalkabilirsin. Çünkü duruşun belli ve merkezde… 2007’de de Anayasa değişikliği dosyasına baktın. Bu davada her tür soruya cevap verebilecek durumdasın. Bu yük senin omuzlarında, ne dersin?” Ben de “Siz bu şekilde takdir ettiyseniz, heyetin güveni varsa, ben bu yükümlülüğün altından kalkarım, Anayasa ve uluslararası standartlar çerçevesinde raporumu hazırlarım” dedim. Ve aldım o davayı. Asıl kırılmalar da o davayla başladı.

– Ne gibi?
125 sayfalık raporda “Bu anayasa değişikliğini Anayasa Mahkemesi inceleyemez ve inceleyememesi de gerekir” dedim ve gerekçemi anlattım. İncelerse anayasayı ihlal eder. Anayasayı ihlal etmek demek anayasa dışına taşmak demektir ve bu durumda Mahkemenin
hukuki meşruiyeti biter. Başörtüsüne ilişkin tek satır yoktur bu raporda. Çünkü işin esasını incelememiz Anayasa gereği yasaktı… İşte buna ilişkin raporu hazırlarken o arada Ak Parti davası geldi. 2008’in Mart ayıydı, Ak Parti hakkında iddianame Anayasa Mahkemesi‘ne ulaştı. İddianame de başörtüsü ve laiklik bağlantılıydı. İkisi bağlantılı olunca da bu dava bana verildi.

– AKP davasına kadar bir çok dava incelediniz. Daha önce hiç delilerle oynandığını gördünüz mü?
Rastlamadım. DEHAP dosyasında gördüğüm geleneksel bir yapı vardı. Polis bir yeri basar, arama yapar. Ondan sonra bunlar şöyle terör örgütüne mensuptur şöyle yardım ve yataklık yapmıştır diye fezleke hazırlar. Sonra savcılık bunu alır olduğu gibi iddianameye kopyalayıp yapıştırır. Bunun bir örneği de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gider, sonuçta kapatma davası olarak önümüze gelirdi. Buna hukuki inceleme denmez. Bu kabul edilemez. DTP dosyasında da böyleydi. Bu savcılığın bir hukuki kontrol mercii olmaktan çıkmasının ifadesidir. Bunlar dışında başka esaslı bir soruna rastlamadım.

– Şimdi gelelim AKP davasına… Nasıl bir atmosfer vardı Anayasa Mahkemesi’nde?
367’den sonra Türkiye ciddi bir kriz sürecine girdi ve bir savaş başladı. Devlete kimin egemen olacağına dair bir savaş mı dersiniz, ne derseniz deyin. Bu tabii her şeyi etkiledi ama 2005-2006’dan itibaren bütün bunların en yoğun yaşandığı yer Çankaya’dır. Bizim çalıştığımız ve oturduğumuz mekanlar Çankaya’da. Ve siz orada nasıl sertleşmelerin yaşanmaya başladığını, hareketliliğin ortaya
çıkmaya başladığını çok net olarak gözlemleyebiliyorsunuz. Çünkü bütün yüksek bürokratlar, yüksek hakimler, anayasa mahkemesi üyeleri, üst düzey subaylar, generaller falan orada oturur. Ciddi hareketlilik vardı o dönemlerde.

– Nasıl bir hareketlilik?
Derin devlet harekete geçiyor kısacası. Onu çok net görüyorsunuz.

– Biraz açar mısınız?
Yani yargıçlarla subaylar arasındaki ilişkiler, sosyalleşmeler, lokaller, mahkeme ziyaretleri vs. bunları net olarak görüyorsunuz.

– Subaylar daha çok mu gelip gidiyordu mesela?
Tabii ki subaylar da gelip gidiyordu ama zaten mekan olarak devlet lojmanları vardır orada. Siz oralarda onları çok net olarak görüyorsunuz. Bulunduğunuz yaşadığınız mekanlar oralar. Hareketliliği görüyorsunuz. Yılda sayısız resepsiyon olur, orada iletişimi rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Bir bakıma gazetelerin Ankara temsilcilerinin gördüklerini biraz da içeriden görme fırsatı diyelim buna… Tam o dönemde bütün bu hareketliliklerin sizin karşınıza davalar olarak gelmeye başladığını görüyorsunuz. 367 davasıyla başlıyor, Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin anayasa değişikliğiyle devam ediyor… Örneğin 367 konusunda düşüncelerin ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde hemen otomatik olarak bazı kurumların harekete geçtiğini, sempozyumlar ve toplantılar yapmaya başladığını görüyorsunuz. Nasıl bloke ederiz diye.

– Hissediyordunuz kapatma davasının geldiğini…
Çok net olarak hissediyorduk. Başörtüsü ile ilgili Anayasa değişikliği yapılmasa dedim. Bir de şu var Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı vardır, rejim açısından önemli bir mekandır. Ve kimlerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olarak atandığını, kimlerin örneğin siyasi parti bürosunda çalıştığını ve nasıl bir kadrolaşmanın yaşandığını gördüğünüzde zaten aşağı yukarı renk bellidir ve bazı şeyler olacak demektir. Savcıların masalarında Perinçek’lerin veya Poyraz’ların kitaplarını görünce, anlıyorsunuz.

– Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığındaki siyasi parti bürosu ne iş yapar?
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında farklı bürolar vardır. Bunlardan bir tanesi de siyasi parti bürosudur. Ve Türkiye’de bir parti hariç tüm partiler hakkında orada dosya tutulur.

– Hangi parti o? CHP mi?
Evet CHP hariç bütün partiler hakkında dosya vardır. Ve sürekli olarak o dosyalara yeni bir şeyler eklenir. Ama CHP hakkında bir sayfa yok.

– Yani o dönem AKP için o büroda dosyalar çoğalıyordu…
Tabii, siz bunu gazetelerde yüksek yargıç olan bazı figürlerin veya yüksek yargıda iyi bağlantıları olanların yazdığı yazılardan da anlayabilirsiniz. Derin devlet harekete geçmişti. Resepsiyonlarda görüyorsunuz, sonra mesela adliye muhabirlerinin o resepsiyonlarda kümelenme biçimleri, kimlerin etrafını sardığından da bunu okuyabiliyorsunuz. Yargıtay ve Danıştay’da verilen bazı kararlardaki sertleşmeyi görüyorsunuz.



KİMLİK KARTI

DOÇ. DR. OSMAN CAN

DOĞUM TARİHİ: 1968

DOĞUM YERİ: Iğdır

EĞİTİMİ: Ortaöğrenimini Ankara’da tamamladı. 1992’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1997’de yüksek lisans; 2000’de doktora yaptı. 2006’da doçent oldu.

GÖREVLERİ: Çeşitli üniversitelerde Anayasa Hukuku, Devlet Teorileri, Anayasa Yargısı, Temel Hak ve Özgürlükler dersleri verdi.

2002’de Türk-Alman Kamu Hukukçuları Forumu’nu oluşturdu ve halen Türkiye koordinatörü.

2002’de Anayasa Mahkemesi Raportörlüğü’ne getirildi ve 2012’ye kadar bu görevini sürdürdü. Halen Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku öğretim üyesidir.

YARIN: İDDİANAMEDE SÖYLENMEMİŞ İFADELER, SÖYLENMİŞ GİBİ GÖSTERİLDİ

BALÇİÇEK İLTER / balcicek@htgazete.com.tr
Gazete HABERTÜRK


Yorum bırakın

Alternatif medya: Azadîya Welat

Türkiye’de 1980’lerden sonra neoliberalizmin etkisiyle özelleşmeler ve ulusötesi şirketler ortaya çıkmaya başladı.   Medya sektöründe şirketler holdingleşme yoluna gitmişlerdir. Böylelikle medya daha önce gazetecilerin ellerindeyken daha sonra şirketlerin eline geçmiştir. Medya daha önce sadece gazetecilikle ilgilenirken bu kez şirketleşme veya holdinleştikleri için kar amacını gütmeye başladılar.  Yine medya endüstrisinde farklı sektörlerin farklı iletişimsel etkinlikleri gerçekleştirdiği bir örgütlenmeden tek ve tümleşik bir pazar yapılanmasına geçilmiştir.

Dünyada kürselleşme hareketiyle birlikte iletişim sektöründe yoğunlaşma ve finansal hareketler hız kazanmıştır. Devletin iktisadi rolünün azaltılması erektiğini ifade eden neoliberalizmin temel ekonomik ve siyasi çerçevesini sunduğu bu değişim iletişim alanında: “Devletlerin elindeki kamu kuruluşlarının özel kesime satılması, kamu yayıncılığı yapan kurumların yanında ticari özel yayımcılara da izin verilmesi veya farklı sermaye kesimlerinin oluşturduğu konsorsiyumların yeni özel yayıncılık kurumları için ihaleye girmeleri yoluyla görünür hale gelmiştir” (Geray, 2003: 74).

Medya gittikçe radikalleşecek holding bünyesinde olduğu için gazetecilik dışında farklı yönlerde hareket edecektir. Bu da tek sesli olması anlamına gelecektir. Bu tek sesli medya anaakım medya kavramı ortaya çıkacaktır. Medya ortamının gittikçe ticarileşmesi, radikal seslerin farklı dışlanmasına yol açmıştır. Anaakım medya hiç olmadığı kadar güçlülerin ve zenginlerin olmuştur. Sesleri duyulamayan toplum kesimleri ise anaakım medyada temsil edilebildiklerinde kendi dilleri ve kendi gerçeklikleriyle değil, güçlüler ve zenginlerin anlamlandırma haritasına göre temsil edilmektedirler. Dolayısıyla güçlülerin medyasında emekçiler, köylüler, eşcinseller, kadınlar, Kürtler, savaş karşıtları, çevreciler mitolojik bir kötülüğün ve yaşadığımız sorunların nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tüm bunlardan dolayı dışlanan bu kesimler kendi seslerini duyurabilmek için farklı yöntemler geliştireceklerdir. Kendi medyasını oluşturacak, farklı yöntemler uygulamaya gideceklerdir. Bunun sonucunda “Alternatif Medya” kavramı oluşacaktır. 1980 yıllarında gazetelerin basımı, dağıtılması güç olmasına rağmen anaakım medyaya karşı seslerini az da olsa dutyurabilmeleri amaçlanmıştır. Alternatif Medya teknolojinin gelişmesiyle birlikte kendisini biraz daha fazla hissettirmeye başlamıştır.

Türkiyede Kürtçe Gazeteler

ž Kürdistan : Türkçe ve Kürtçe ile yayımlanan ilk Kürt gazetesi.

ž Gazetenin ilk sayısı 22 Nisan 1898’de, Mısır’ın Kahire’de BedirhanBey’in oğullarından Mikdat Midhat  Bedirhan tarafından çıkartılmaya başlandı. 4 sayfalık gazete 1898’den 1902’ye kadar toplam 31 sayı çıktı. 1 ile 23 arasındaki sayıları on beş günde bir, 24 ile 31 arasındaki sayıları ise ayda bir yayımlandı.

ž 1 – 5 sayıları Mikdad Mithad Bedirhan’ın sahibi ve yazı müdürlüğüyle Kahire’de basılmıştır. Mikdad Mithad göğüs hastalığından öldükten sonra kardeşi Abdurrahman Bedirhan sorumluluğunu üstlenmiş ve 6 -19 sayıları Cenevre’de, 20 – 23 sayıları Londra’da, 24 – 29 sayıları Folkestone’da, 30 ve 31 sayıları Cenevre’de basılmıştır.

ž Gazetenin ilk sayısının çıktığı 22 Nisan günümüzde “Kürdistan Gazetecilik Günü” olarak kutlanmaktadır.

ž Osmanlı Devlet’inden Türkiye Cumhuriyetine kadar çok sayıda Kürtçe gazete çıkarılmıştır.

ž Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi(1908), Şark ve Kürdistan Gazetesi(1908), Kürdistan(1908), Peyman(1909), Bangi Kürdistan(1922) basılan bazı önemli Kürtçe gazetelerdir.

Cumhuriyet döneminde ise :

  1. Tek Parti Döneminde; Bangi Kürdistan(1922), Jîyan Gazetesi(1926), Rêya Teze Gazetesi(1930), Jîn(1939), Roja Nû Gazetesi(1943), Stêr Gazetesi(1943)
  2. 1948- 1980 Döneminde 6 gazete çıkarılmıştır.
  3. 1980-1990 döneminde Hawar, Roja Gel adlı iki gazete çıkarılmıştır.
  4. 1990-2000 arasında 12 gazete çıkarılmıştır.
  5. Günümüzde ise Türkiye’de 6 toplamda 31 gazete yayımlanmaktadır.

Azadîya Welat Kuruluş Öyküsü

1990’lı yıllarda bir Kürtçe gazete yayınlanmaya başlandı. Haftalık Welat Gazetesi 22 Şubat 1992 günü yayına başladı.

115 sayı yayınlanan gazete, dava ve cezalar nedeniyle kapatılır ve daha sonra Welatê Me gazetesi yayına başlar.

1996 yılına kadar 46 sayı çıkarılan gazetenin de kapatılmasıyla birlikte Azadiya Welat yayına başlar.

21 Ocak 1996 tarihinde haftalık olarak yayın hayatına başladı. Sahibi Celalettin Yöyler, Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Gemsiz (45.sayıya kadar), Yazı İşleri Müdürü Düzgün Deniz’dir.

20 Ocak 1996 tarihli demokrasi gazetesinde gazetenin yazı işleri müdürü Düzgün Deniz gazetenin üç temel amacı olduğunu ifade ediyor.  Deniz “1950’li yıllardan sonra uyanış sürecine giren Kürtler bu uyanışlarını doğal olarak dillerine de yansıttılar. Şimdi bu konudaki ivmeyi artırmak amacındayız. Bunun içinde en uygun ararç olarak  yüzde yüz Kürtçe yazan bir gazeteyi görüyoruz.” diyor.

Kürt basın yayın aalanında en uzun soluklu gazete unvanına sahip olan “Azadiya Welat” 15 Ağustos 2006 yılında günlük yayına geçerek ikinci bir ilki gerçekleştirmiş oldu. Yine 1898 yılında başlayan Kürt gazeteciliğinin sürgün hayatına son vermek amacıyla 2003 yılında merkezini İstanbul’dan Diyarbakır’a taşımıştır.

15 yıldır haftalık olarak yayın yaparken dağıtımını yapan dağıtım şirketleri gazete günlük yayına geçince gazeteyi dağıtmaya yanaşmadılar.  Bunun üzerine ilk önce kendi çabalarıyla büroları vasıtasıyla gazeteyi dağıtmaya başladılar. Daha sonra Ciner grubuna bağlı Merkez Dağıtımla anlaşma sağlanarak dağıtılmaya başlandı.

Yayına başladıktan birkaç ay sonra gazete 20 gün kapatılma cezası aldı. Cezadan sonra çok defa da toplatılma ile karşı karşıya kalmıştır. Tüm  bunlara rağmen gazete hala yayın hayatına devam etmektedir.

Azadiya Welat gazetesi ilk çıktığı dönemde gazete bayilerinde abonelere ve elden satışlarla 10 bin olan tirajı günümüzde gazete bayii satışları ve abone satışlarıyla 5–6 bin arasındadır.

Kürt basın yayın alanında en uzun soluklu gazete unvanına sahip olan Azadiya Welat gazetesi 15 Ağustos 2006’da günlük yayına geçti. Günlük yayın yapan tek Kürtçe gazete olan Azadiya Welat, günlük yayına geçtiğinden beri, 9’uncu kez kapatılmış oldu.

Gazete sürekli kapatmayla yüz yüze kalmıştır. Şu ana kadar 9 kez kapatılan gazete yüzlerce çalışanı da hapishanededir.

Azadiya Welat Gazetesi kapatılmayla sınırlı tutulmamıştır baskılar, gazetenin yazı işleri müdürlerine verilen ve dudak uçuklatan cezalarla da kendini sürekli gösterdi. Halen cezaevinde olan Azadiya Welat Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Vedat Kurşun’a 166 yıl ceza verilmiştir.

Kurşun’dan sonra yazı işleri müdürlüğünü devralan Emine Demir’e 138 yıl ceza verilmesi averildi.

Yazı İşleri Müdürlüğü’nü devralan ve halen tutuklu bulunan Ozan Kılınç’a da 10 yıla yakın hapis cezasının verilmesi Kürtçe gazete üzerindeki baskıların geldiği boyutu gözler önüne seriyor.


Yorum bırakın

Beklenen oldu “İlker Başbuğ tutuklandı”

Savcılık sorgusunun ardından tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilen eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir eski genelkurmay başkanı tutuklandı. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, ‘İnternet Andıcı’ davası kapsamında, Özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Cihan Kansız’a ifade vermek üzere dün öğle saatlerinde İstanbu

Yaklaşık 7 saat süren ifade işlemenin ardından savcı Kansız, Başbuğ’u, ‘terör örgütü üyesi olmak’ suçundan tutuklanması için mahkemeye sevk etti. Mahkeme de, gece yarısından hemen sonra Başbuğ’un tutuklanmasına karar verdi.

‘İnternet Andıcı’ davasında bazı sanıkların tanık olarak dinlenmesini talep ettiği, tutuklu sanıklardan dönemin Genekurmay İkinci Başkanı emekli Orgeneral Hasan Iğsız’ın, ‘İnternet Andıcı’nda bilgisinin olduğunu söylediği eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ hakkında, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcıvekilliğine yazı yazmış ve bunun üzerine Başbuğ hakkında soruşturma başlatılmıştı.

Başbuğ da, soruşturmayı yürüten savcı Cihan Kansız tarafından bugün için ifade vermek üzere ‘şüpheli’ sıfatıyla adliyeye çağrılmıştı. Eski Genelkurmay Başkanı adliyeye, saat 13.30 sularında gitti.

Yaklaşık 7 saat boyunca Başbuğ’un ifadesini alan savcı Kansız, eski emekli orgenerali, ‘silahlı terör örgütü yöneticisi olmak’ ve ‘cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmaya kısmen veya tamamen engellmeye teşebbüs etmek’ suçlarından tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk etti.

İstanbul Nöbetçi 12. Ağır Ceza Mahkemesi de, saat 00.30 sularında Başbuğ’un tutuklanmasına karar verdi.


Yorum bırakın

Türkiye’de bir ilk “İlker Başbuğ”için tutuklama kararı

“İnternet Andıcı” soruşturması kapsamında İstanbul Adliyesi’ne gelen eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, savcılık sorgusunun ardından “darbeye teşebbüs ve örgüt yöneticiliği” suçundan tutuklanması istemiyle mahkemeye sevk edildi.

“Şüpheli” sıfatıyla ifade vermek üzere yoğun güvenlik önlemleri altında Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne gelen İlker Başbuğ, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Cihan Kansız’a 13:30’dan beri ifade veriyordu.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez “şüpheli” sıfatıyla Adliye’de ifade veren Başbuğ, yaklaşık 7 saatlik sorgusunun ardından tutuklanması istemiyle mahkemeye sevk edildi.